Bunedenle tasavvuf ehli “Ne var alemde, o var Ademde” buyurmuşlardır. Nefsi natıkası sayesinde insan Allah ile devamlı irtibat halindedir. Gönülde nokta-i süveyda denilen merkez ile Hakk ile daim beraberdir. Nefsi natıka, Allah’ın nurundan ve Kur’anın sırrındandır. Yani O, Allah’ın nurunu ve Kur’anın sırrını taşır. GAZZALİ VE KELÂM FELSEFESİ - 6. 9— Allah şekil, miktar ve yönlerden münezzeh olmakla beraber, Ahirette gözle görülür. Çünkü Kur'an'da "yüzler vardır o gün ter'ü tazedir, Rablerini görecektir" " diye buyrulmuştur. Bu dünyada ise Allah' ı görmek imkânsızdır. Çünkü Kur'an'da "Onu gözler idrak edemez, halbuki o Veherşeyden çift çift yarattık, olur ki ibret alırsınız. Biz yeryüzünde her şeyi çift olarak yarattık ki, belki düşünürsünüz. Biz her soyu çift olarak yarattık, öğütlenesiniz diye. Biz her şeyden, ibret, alasınız diye, çift çift [⁷] yarattık. [7] Erkekli, dişili veya karşılıklı gece, gündüz, deniz, kara gibi. Bu yönüyle bakılınca şunu diyoruz; Tenekeci şiirinde her şey zıddıyla kaimdir. Gün akşamlıdır, dünya ölümlü Aslında Tenekeci şiirinde, Dünya, ölüm ve yaşamak mevzuunu en iyi anlatan şiirlerden biri, Güzellik Uykusu’nda yer alan ‘Gülme Krizi’ adlı şiiridir. Kur’an-ı Kerimde aile ile ilgili yüzden fazla ayet bulunmaktadır. Ayette; “Düşünüp, öğüt alasınız diye her şeyden çift çift yarattık” (Zariat, 49) buyrulmaktadır. Her şey zıddıyla kaimdir. Yani zıttı ile ayakta durur, varlığını devam ettirir. ESMÂİ HÜSNÂ (el-Esmaü'l-Hüsnâ) En güzel isimler demektir. Bu tabir âyet ve hadislerde geçmiştir: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde, O'na bu güzel isimlerle dua edin ve O'nun isimleri mltc. İnsan, doğuştan muhtaç yaratılmıştır, hem de yaratılmışların en muhtacıdır. Ve üstelik bu ihtiyaçlarının bir kısmını hayati olanları karşılayamadığı takdirde için de çalışmak zorundadır. Hazırda bulsa dahi, bunları tüketirken bile belli bir gayreti sarf etmesi ruh ve maddeden yaratılmıştır; yaratılışında ruh asıldır sınırsızdır, ete kemiğe bürünen maddesi ise dünya şartlarına göre dizayn edilmiştir. Yani sınırlı ve ölümlüdür. Dolayısıyla insanın manası ruhu maddesinden daha baskındır, zira asıl cevher olan ruhtur ve manevi latifesi olan kalp de tıpkı beden gibi gıdayla manevi yaşar, gıdasız kalınca da itibarıyla, insanın eşref-i mahluk olması en üstün yaratılan, ihtiyaçlarının çok fazla üstün, en yetkin ve en yoksun! İslam büyükleri; Biz Rabb’imizi zıtları bir arada yaratmakta bulduk’ diye boşuna dememişler.Elbette her şey, zıddıyla kaimdir ve üstelik tüm zıtlıklar birbirine ne güzel ifade etmiş Zıtlar arası ahenk, af ve günah yarışta;Bütün zıtlar kavgada, bütün zıtlar barışta...’ N. FazılYeri gelmişken şu menkıbeyi yazmakta fayda var Sümbül Sinan Efendi bir gün, öğrencilerine sorar Cenab-ı Hak bu kâinatın idaresini size vermiş olsaydı ne yapardınız? Onlar da düşünüp farklı farklı görüşlerini dillendirdiler. Bütün kötülükleri yok ederdim’; Tüm asileri cezalandırırdım’; Tüm hastalıkları ortadan kaldırırdım’... biri, başını önüne eğmiş, yalnızca susup oturuyordu. Bu durum, Sinan Efendi’nin dikkatini çekti, direkt olarak ona sordu Evladım! Ya sen ne yapardın?’Yüzü kızaran genç, büyük bir mahcubiyet içinde Efendim; bu kâinatın idaresinde bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinattaki bu ilahi düzen kusursuz bir şekilde işlerken ben, aciz, sınırlı aklımla, şunu, şöyle yaparım diyebilir miyim? Ne haddime!’ memnun kalan Hoca, talebesi Musa Muslihiddin’e; ismini unutturacak olan ve onun, Merkez Efendi’ ismiyle anılıp hürmet görmesine ve asırlarca hayırla yâd edilmesine işaret eden şu tespiti yaparİŞTE ŞİMDİ İŞ, MERKEZİNİ BULDU!İnsan, yaratılışı itibarıyla küçük kâinattır, tüm evrenin özetidir, kanatlı kuş olan insanın mutlu olabilmesi, maddesiyle olduğu kadar, manasını kalbini, ruhunu da doyurmasıyla, tatmin etmesiyle günümüz insanına baktığımızda, maddesiyle alabildiğine doyup oburlaşan obez, manasıyla ise büsbütün aç kalan tek kanatlı bir kuşu yapsak, ne etsek, bu kuşu uçuramayız; onu mutlu insan, dünyanın bütününe sahip olsa da manen ölü canlar dünyasında herkes, birbirinin hakkına musallattır. Daha iri olanlar, küçük olanları altta kalanın canı olarak tok olabilmenin yegâne ilacı ise kendisini yaratanı hatırlaması ve onu yâd etmesidir. Zira kalpler ancak Yaradan’ın hatırlanması ve anılmasıyla huzura günlük dünya hayatı için; dünyaları imar ve keşfeden, koşup didinen, çabalayan; sonra da tüm yaptıklarını bir çırpıda tüketen, yakıp yıkan, tarumar eden insan; sonu olmayan gerçek hayat için ne yaptı?Cennetini veya cehennemini oraya götürürken sırtına yüklendiği yüküne dönüp baktı mı?...Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş yetiş ey sonsuz varlık muhasebesi!’ diyebildi mi? HER ŞEY ZIDDIYLA KAİMDİR SAYGI, SAYGIYLA DAİMDİR… İki kâğıt vardı önünde ressamın. İkisi de bembeyaz, birbirinin aynısı. Birbirinin aynısı bu iki sayfaya bakarken zihninin duraksadığını hissetti ressam. Ayniyet insanın zihninde kıyas yoluyla tanımlamalar yaratmadığından olmalı, çağrışımlar uyandırmıyor, düşünceyi tahrik etmiyordu. İnsan biraz da zıddı ile tanımlamaz mıydı varlıkları. Sıcak olmasa soğuğu, kış olmasa yazı, yüksek olmasa alçağı, iyi olmasa kötüyü, uzun olmasa kısayı, tatlı olmasa acıyı, hastalık olmasa sağlığı tanımlamak mümkün müydü? İki zıt varlığı resmetmek istedi ressam bu iki beyaz kâğıda. İki zıt varlığı resmetmeliydi ki kâğıtlardaki görüntü farklılaştıkça insanın zihni harekete geçmeli, kıyaslamalar yapmalı ve birine nazaran diğerini daha kolay tanımlayabilmeliydi. Uzun uzun düşündü kâğıtlara bakarak. Sonra geceyi ve gündüzü resmetmeye karar verdi bu iki beyaz kâğıda. Birine gecenin karanlığını, karanlığa inat parlayan yıldızları, diğerine ağaran günü, hatta ışıl ışıl bembeyaz bir günü resmetmeye koyuldu. Palete beyaz ve siyah boyalardan bolca sıktı. Sonra siyah fazla koyu, beyaz da çok açık gözüktü ona. Biraz açmak istedi siyahı, beyazı biraz koyultmak. Siyaha bir nebze beyaz, beyaza bir nebze siyah… Kendince bir ton yakalamaya çalışırken… O da ne? Her iki renkte birbirini andırmaya başladı. Siyah beyazdan bir, belki birkaç ton koyu bir griye dönüştü. Beyaz da siyahtan biraz açık bir renge. Tuvale geceyi resmetmek için indirdiği darbeler boşa idi. Bu rengin içine ayı, yıldızları serpiştiremezdi. Yok olup giderlerdi bu tonda gecenin timsali ay ve yıldızlar. Geceyi de bu renkle tanımlamak mümkün değildi zaten. Mümkün değildi sevgilinin gece karası gözlerini, saçlarını böylesi bir geceye benzeterek anlatmaya çalışmak. Çağrışımlarını yitirdi gece. Gecenin adı vardı ancak tuvalde, gece geceye benzemiyordu. Ve gündüz… Bu renkle ancak kapkara bulutların gökyüzünü kapladığı, insana kasvet veren kıyamet gibi bir gündüzü resmedebilirdi. O zaman da gündüz aydınlığı, pırıltıyı, ışığı çağrıştırmazdı insana. Gündüz de yitirirdi çağrışımlarını. O güne değin yapılmış gece ve gündüz tanımları da anlamını yitirirdi. Bıraktı ressam fırçayı. Fırça darbelerinin geceyi ve gündüzü katlettiği tuvallere baktı iç sıkıntısıyla. Kendimizce bir renk tutturmak, birileriyle yarışmak, benzeşmek, salt kendimizi ispat etmek uğruna bazen kendimizi, bazen birbirimizi yitirmiyor muyduk. * * * Kadını ve erkeği düşündü. Hak ve hürriyet aldatmacalarıyla erkekleştirilen, kadınlığını yaşayamayan kadınları düşündü. Hayatlarındaki kadınların erkekleşmesinden doğan kadın boşluğunu kendileri nispeten kadınlaşarak hayatı sürüklemeye çalışan erkekleri düşündü. Türkçe ne güzel bir kelime ile karşılıyordu çiftlerin birbirleri karşısındaki konumlarını. Eş… Bu kelime iki tarafın birbirine karşı üstünlüğünü veya aşağılığını değil, birbirini tamamlayıcı olduğunu çağrıştırmıyor muydu? Dilde milletin de felsefesi gizlidir. Türkçede diğer dillerde olduğu gibi kelimeler erkek ve dişi olarak da tasnif edilmiyordu. Bir de Slav dillerini, Arapçayı düşündü. Kelimeler, kelimelere eklenen sıfatlar nasıl sıkı bir kuralcılıkla erkek ve dişi olarak ayrılıyorlardı. Nereden geldi bize kültürümüzde olmayan bu ayrımcılık, erkek kadın didişmesi diye düşündü. Bu didişmeye kadar yönü birbirine dönük olan birbirine doğru ilerleyen insanlar artık birbiriyle yarışmak uğruna hep karşıya bakıyor, ileri koşuyor, geride kalmamağa çabalıyor ve ancak yanındakine aradaki mesafeyi kestirmek için dönüp bakıyordu. Nasılda rakip haline dönüşmüştü iki eş. Nasıl da yalnız kalmağa mahkûmdular. Hem yarışı kaybetmemek için, bir de diğer tarafın vasıfları ile vasıflanmak gerekiyordu. İşte bu noktada da tıpkı siyah ve beyazın grileşmesi gibi her iki cins de kendi özelliklerini yitiriyor, diğerine benzemekle birlikte kendisi olmaktan da uzaklaşıyordu. Oysa kadın ve erkek zıt kutuplar oldukları için birbirlerini çekmiyorlar mıydı? Benzeyişler artıp, farklılıklar azalınca iki cins arasındaki çekimin de şiddeti azalmayacak mıydı? Kadının adı yok diye feryat ve figan ederken, kadının adı dillere düşüp bolca ortalıkta dolanmağa başladı. Ancak kadının kendisi yok oluyordu. Yalnızca doğuştan getirilen cinsel kimlikle sınırlı değildi kadın olmak. Geleneğin ince ince işlediği kadın ruhu yok oluyordu artık. Modern dünyanın kadına verdiği hak ve hürriyet, Amerika’nın Irak’a götürdüğü demokrasiden pek de farklı değildi aslında. Oysa insan vücudunda çok önemli olan iki organ gibiydi insanlık için kadın ve erkek… Kadın insanlığın kalbi, yüreği; erkek beyni… İkisi de hayatî önemi haiz. İkisi de olmazsa olmaz. Ve önce yürek isterdi aslında, sonra beyin girerdi devreye. İtici güç yürekteydi. Ve hayatta haklardan önce vazifeler vardı. Ve kadının yüzlerce vazifesinden birisi idi haklarını bilmek ve savunmak. Ama en az kendi hakkını bilmek kadar önemli idi muhatabının, sorumlu olduklarının haklarından da haberdar olmak ve onları da gözetmek. Kendisine hakikatte faydası dokunamayacak insanların körüklemeleri ile evinde yangınlar çıkartmamak. Şair Ali Akbaş ne güzel anlatıyor, ileriyi geriyi çok da düşünmeyen hak hukuk tellallarının sığ düşüncelerinden doğan sonucu Kadın hakları dedik, Yedik çocuk haklarını, Annesiz kaldı bebekler, Emdiler parmaklarını. Yorum Gönder 0 Facebook Yorumları 0 Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.× Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.  11 Ağustos Perşembe 2022 Tarihli Karikatürümüz Üye Girişi Değerli kardeşimiz, Cevap 1 Kur’an vahiy olarak bir nurdur, bir ruhtur. Bedeni canlandıran ruh olduğu gibi, ruhu da canlandıran Kur’an’dır. Bedenin hayatta kalması için ışığa, suya, havaya, gıdaya ihtiyacı olduğu gibi, insanlığın da hayatta kalması için, Kur’an’a ihtiyacı vardır. Çünkü Kur’an; aklın nuru / ışığı, kalbin hayat suyu, ruhun gıdası, duygu ve düşüncenin esen meltemidir. Kâinatı -değişik parçalarını nazara vererek- Allah’ın varlığı ve birliğinin bir delili olarak gösteren pek çok ayet vardır. Bir misal olarak kapsamlı bir ayet şudur “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün arka arkaya gelmesinde, insanların faydasına akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürüp yönlendirmesinde, aklını kullanan bir topluluk için alınacak dersler / gözle görülen belgeler vardır.”Bakara, 2/164. Kainat ve içindekilerin hepsi birer ayettir. Kainattaki ayrı ayrı incelikler de insanları düşündüren doğruya götüren ayetlerdir. Galaksiler, yıldızlar, denizler, ağaçlar, kuşlar, insan, hücre, atom... vb. kainattaki her şey birer ayettir. İnsan önce kendine bakmalıdır. İnsanın kendisi de Allah'ın varlığına bir ayettir. Ayetler ikiye ayrılır; tenzili ayetler, tekvini ayetler diye. Tenzili ayetler Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderip kitaplara kaydedilen ayetlerdir. Tevrat, İncil ve Kur’an’da olan ayetler gibi. Tekvini ayetler Bütün kainat ve o kainata konulmuş kanunlardır ki, kainat bu kanunlar ile ayakta durur ve faaliyetini devam ettirir. Gece-günüz, güneş, ay ve yıldızlar, mevsimlerin değişimi, buna bağlı olarak bitkilerin yeşerip sararması, rüzgarların esmesi, yağmurun yağması, bulutların oluşup intikali, ölü toprağın baharla canlanması ve benzeri bütün oluşumlar Allah’ın kainatta varlığına ve birliğine, sonsuz kudretine delalet eden ayetleridir. Ayet Kelime anlamı işaret, alamet ve bir şeyi ispata yarayan delil, emare, eser, nişan, menzil, mekan, anlamlarına geldiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de iki durak arasında bulunan her bir bölüme de ayet denir... Peygamberlerin Allah’ın elçisi olduğunu ispat için verilen mucizelere de "ayet" denilmektedir. "Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmakları yaratan ve orada meyveleri çifter çifter var eden O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine örtüyor. Bunların tümünde düşünen bir toplum için ayetler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten veya çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir tek su ile sulanır. Buna rağmen biz onların meyvelerini birbirinden üstün kılarız. İşte bunlarda aklını kullananlar için ayetler vardır." Ra’d suresi, 3. ayet Allah tarafından sayılan bunca nimetin meydana geliş safhasını, birazcık durup düşünürsek; kökü toprağa bağlı bunca bitkinin besini aynı su ve aynı toprak olmasına rağmen, çiçeğinden meyvesine kadar, tadından görüntüsüne ve rengine kadar, bunca farklılığı meydana getiren Allah’ın kudreti ne büyük, şanı ne yücedir. Yine bir menekşenin üzerindeki ayrı ayrı ton ve rengi, aynı su ve kara topraktan oluşturan; yeşil bir gövdeden geçirerek çiçeğin yapraklarını boyayan boyacının şanı ne yüce, marifeti ne büyüktür görüp de akledenler için. Ayrıca Nahl suresinde insanı bir damla sudan yarattığını, fakat insanın ona karşı bir hasım olduğunu, hayvanlardan ısıtıcı ve yemek için istifade ettiğimiz bir çok faydalar yarattığını, sabah akşam onları getirip götürürken, insanın onlardan zevk aldığını, bir kısmıyla yüklerimizi uzak mesafelere taşımak için kullandığımızı ve nihayet bir kısmını da süs ve saltanat için binmekte kullandığımızı ve daha nice nakil vasıtaları da yaratacağını beyandan sonra Nahl, 16/3-8 afaktaki ayetlerini göstermeye devamla söyle buyuruyor "Yolun doğrusu Allah’ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi." "Gökten suyu indiren odur. Onda hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler." "O su sayesinde Allah sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. "İşte bunlarda düşünen bir toplum için ayetler vardır." "O geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emriyle hareket ederler. Bunlarda akledenler için pek çok ayetler vardır." "Yeryüzünde rengarenk sizin için yaratılmış olanlarda da öğüt alan bir toplum için ayetler vardır." Nahl, 16/9-13 "İnsanlar, develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yer yüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?.." Ğaşiye, 88/17-20 Bunların her birinde Allah’ın nice ayetleri vardır. Fakat insan bunların farkında bile değil. Bir devenin özelliklerini anlamaya çalıştığımızda ne büyük bir hesapla yaratıldığını görürüz. Bilim adamları Eğer develer olmasaydı insanlık yer yüzüne yayılamazdı.’ diyorlar. Uzun çöl yolculuğunda bir ay ikmal yapmadan yol alan tek nakil aracı, devedir. Karnı su deposu, hörgücü de besin deposu olarak görev yapıyor olması nedeniyle, uzun yolculuklara tahammül edebilen tek hayvandır. Yeryüzünün dizaynında dağların önemi ise ne kadar anlatılsa azdır. Dağından ovasına, akarsuyundan durgun göllerine, denizinden, dimdik yükselen karlı tepelerine, yakıcı güneşinden koyu gölgelerine kadar, hiçbir şey es geçilmeden insan için döşenmiş, kusursuz bir mekandır yeryüzü. İnsanın ayakları altına serilmiş ve Arzı sizin için döşedik, onun omuzlarına basarak dolaşın’ iltifatına muhatap olmuştur. Cevap 2 Kainat da bir kitaptır; onun da cümle, kelime ve harfleri vardır. Kur'ân–ı Kerim, sık sık bakışımızı kâinata çevirmekte, kader, kudret, ilim ve irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi çekmekte ve müminleri tefekküre ve araştırmaya sevk etmektedir. Varlığın en küçük parçaları olan molekül, atom, elektron, proton hatta partiküller parçacık, tanecik gibi zerre, zerrenin büyüğü ve küçüğü her şey, kâinatın esasını ve temel yapısını teşkil etmektedir. Biz, âlem–i şehadetteki ilk teayyünleri, elektron âlemiyle ve kimyevî tayflarla müşahede ettiğimiz gibi, ışık ve hareket hadiselerini, çekme ve itme kanunlarını, yine maddenin en küçük parçası sayılan bu iç anatomi sayesinde kavramaya ve keşfetmeye çalışmaktayız. Mekanda bir yer hayyiz tutan her şey ve her hareket, kendine has farklı farklı dalga boylarıyla birbirine karışmadan, kader kalemince bütün hususiyetleriyle mekana kaydedilmektedir. Hiçbirinin yazısı diğerini bozmamakta ve varlıklar, itaat halinde mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Bir kudret eli, binlerce ve milyonlarca hâdiseyi kaderin pergeli üzerinde öylesine hassasiyetle işlemektedir ki, hiçbir hâdise diğerine karışmamakta, umumî ve hususî nizamı bozmamaktadır. Biz, bütün bu baş döndürücü nizamın arkasında eşyaya şekil veren kudret elini, her şeyin temel kanaviçesi kader programını ve bu programın yaratıcısını biliyor ve her şeyi O'na bağlıyoruz. Yine biliyoruz ki, Allah cc, yarattığı bu eşyayı, insanların dikkatlerine, müşahedelerine arz etmeden evvel, her şeyi bir hesap ve plana göre hazırlamış ve programa koymuştur. Zira kâinatta her zaman ve her yerde bir kudret, ilim ve iradenin tedbiri, tedviri ve tasviri görülmektedir. Bu kudret, önce ilmî kader ve programlar altında eşyayı tayin ve tespit buyurmuş, sonra da sırası gelene adeta 'buyurun' diyerek onları sahneye sürercesine varlık sahasına çıkarmıştır. Kâinatta, zahirî yönüyle bir kısım karışıklık ve nizamsızlık varmış gibi görünse de, esasen bütün evrende baş döndürücü bir nizam ve âhenk vardır. Bir taraftan hemen her gün müşahede ettiğimiz bir mumu, sobayı veya lambayı; diğer taraftan, dünyamızı aydınlatıp ısıtan güneşi göz önüne getirip düşünelim. Bunların herbirinin bir ışık ve ısısı vardır; ama hiçbirisi birbirine karışmamaktadır. Biz bunları, sahip oldukları farklı dalga boyları ile birbirinden ayırmaktayız. Dalga boylarının farklı olması, kâinatta geçerli olan bir kanundur. Bu hususiyet ve kanun ile kâinatta her şeyin nizam içinde hareket etmesi, Allah'ın cc her şeyi görüp gözettiğini ve her harekete müdahale ettiğini göstermektedir. Esasen yaratılış âleminde her an sürekli kitaplar yazılmaktadır ve bunların hemen hepsi de, önceden planlanmış bir kader ve nizam içinde olmaktadır. Evet o mutlak kudret ve irade sahibi Cenab–ı Hak, her şeyi önceden takdir ve tayin etmiştir. İşte kâinat da bu kader planı üzerine yazılmış bir kitaptır. Bu kitabın harfleri ve alfabesi atomlar ise, kelimeleri de moleküllerdir. Canlı ve cansız bütün varlıklar ise bu kitabın cümleleri mahiyetindedir. Allah cc, 'O Rabbinin adıyla oku ki, O hilkat âlemini kurdu' Alak, 96/1 ayetiyle okumayı emrederken yaratılış sahasına dikkat çekmekte, okuma meselesini yaratılışa bağlamakta ve insanları kâinat ve hilkat kitabını okumaya davet etmektedir. Cenab–ı Hak, 'İnsanı bir alaktan aşılanmış yumurta yarattı.' Alak, 96/2 ayet–i kerimesiyle ise makro âlemi hatırlatmak için, insanı nazara vermekte ve kâinatın yaratılışı ile insanın yaratılışı arasındaki dengeye ve ölçüye temas etmektedir. Bu yüzden de biz, kâinata, kudret ve irade kalemiyle yazılmış bir kitap nazarıyla bakmaktayız. Zira Kur'ân–ı Kerim, Cenab–ı Hakk'ın kelâm sıfatından gelen bir kitap olduğu gibi, kâinat da kudret ve irade sıfatından gelen bir kitaptır. Kur'ân yer yer, insan ve kâinat arasındaki bu ilişkiyi arz eder ki, biz, bu arz edişlerde hep insanı küçük bir kâinat, kâinatı da büyük bir insan olarak değerlendiririz. Kur'ân'da sık sık insan ve kâinatın anatomisi nazara verilmekte, makro ve mikro planda hilkatin sırları ortaya konulmakta ve varlığın esasını teşkil eden maddeler üzerinde durulmaktadır. Bunun neticesinde ise ilmin gözü ile Kur'ân'ın gözünün ciddi bir birlik oluşturduğu görülmektedir. İlim, maddenin içine girmeye çalışır ve burada öyle derinleşir ki, elektron mikroskoplarıyla ancak görülebilen derinliklere ulaşır. İşte tam o noktada, Kur'ân–ı Kerim'in ayet ve beyanlarının da aynı hakikatlere parmak bastığı müşahede edilir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, kâinat kitabı ile Kur'ân–ı Mu'cizü'l–Beyan, temelde aynı hakikati dile getirmektedirler ve bu mana açısından Kur'ân, kâinatın ezelî ve ebedî bir tercümanı ve lisanı sayılır. O olmadan kâinat kitabı anlaşılır şekilde okunamadığı gibi, O'nun mu'ciz beyanlarını göz önünde bulundurmadan ilimlerin sapmadan ilerleme göstermeleri de mümkün değildir. Selam ve dua ile...Sorularla İslamiyet Anasayfa Yazarlar Profesyonel Koç Aslı Orcan Her şey zıddını içinde taşır Yazının Giriş Tarihi 0630 İnsan hayatta hep kolayı sever ve ister. Ama kendisini huzura ve başarıya ulaştıracak her şey zordur. Çünkü her şey zıddı ile kaimdir ve zıddını içinde taşır. Mutluluk aslında mutsuzluk var olduğu için değerlidir. Hastalık sayesinde sağlığın kıymetini anlarız. Aslında böylelikle olumsuzluklar bize olumlu olanın kıymetini bilmeyi ve onun için çaba göstererek yaşamayı öğretir. Öyleyse şunu diyebiliriz; olumlu ve olumsuz her şeyin bir anlamı ve değeri vardır. Hayata olumlu pencereden bakmak için önce olumsuzlukların içindeki hikmeti görmek gerekir. Her şeyin bir sırrı vardır. Hayatın sırrı da aslında zıtlıkların birbirini tamamlamasında saklıdır. Mesela başarılı ve mutlu insanlar konfor alanını terk edebilen insanlardır. Yani aman rahatım kaçmasın diyerek başarılı olunmuyor. Sorumluluk almak zordur ama çözüm üretmek için önce üstümüze düşeni yapmak gerekir. Bu da ancak olumlu düşünerek mümkündür. Fakat biz olumsuzluklara daha meyilli olduğumuz için bu bize hep zor gelir. Halbuki olumsuz olmanın doğurduğu sonuçlar daha zorludur. Tıpkı dikkatsiz davranarak hasta olduğumuzda hastalığın zor olması gibi. Sağlıklı yaşamak için birçok konuda itina göstermek meşakkatli görünebilir ama asıl zor olan sağlıksız yaşamak ve hastalıklarla mücadele etmektir. Şimdi yaşadığımız zorlukları şöyle bir gözden geçirelim ve düşünelim; neyi yapmak zor geldi de bunları yaşadık? Şu anda bir şeyleri değiştirme şansımız olsaydı neleri yapmazdık ya da neleri farklı yapardık? Ee bu saatten sonra düşünsek ne olacak ne değişecek ki? Zaten olan oldu, yaşayacağımızı yaşadık değil mi ama? Tabi ki değil! Ne demiştik; her şey zıddıyla kaimdir. Başımıza gelen tüm olumsuzluklar yaşadığımız bütün başarısızlıklar bize sadece şunu öğretmek için var; doğruyu görmek ve uygulamak. Allah hiçbir şeyi bize eziyet olsun diye yaşatmadı ama biz kendimize eziyet ettik! Yaşadığımız hayatın sırrını çözemedik ki dersimizi alalım. Her başarının başarısızlıkta, her mutluluğun da mutsuzlukta saklı olduğunu göremedik. Olsun artık biliyoruz ama değil mi; her şey zıddını içinde taşır! Sağlıcakla ve farkındalıkla kalın. doğru olan bir önermedir, zira insan varlıkların hikmetine kıyas yoluyla vakıf olabilir. mesela sıcak soğuğun derecelerini anlamamız için gereken bir veridir. soğukluk olmasaydı sıcaklığı da idrak edemeyecektik. aynı durum karanlık-aydınlık, hastalık-sıhhat, fakirlik-zenginlik gibi birbirinin zıttı tüm kavramlar için de kainatta yokluk kavramı mutlak yokluktan ziyade sadece görecelidir. biz bir şeye yok derken aslında onun başka bir forma geçtiğini/dönüştüğünü ifade etmiş oluruz. örneğin bir insan öldüğü zaman artık aramızda yoktur ancak bu o kişinin mutlak manada yok olduğu anlamına gelmez. hala vücudunu oluşturan taneciklerin dünyada bizimle birlikte var olmasıyla birlikte ruhu da başka bir alemde var olmaya devam yokluğu da böyle göreceli bir şekilde var etmemiş olsaydı yani yokluk tam manasıyla mutlak bir şekilde var olsaydı o zaman bizler de kıyas yaparak bile varlığın ne olduğunu anlayamayacak ve değerini idrak edemeyecektik.

her şey zıddıyla kaimdir ayet